İzmir’in kültür sanat hayatında, sesiyle sahneleri, emeğiyle genç zihinleri şekillendiren özel bir isimle buluşturuyoruz sizleri bu röportajda. İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde koro sanatçısı olarak sahne tozu yutan, aynı zamanda Çocuk Korosu Şefi olarak yüzlerce çocuğa sanatı sevdiren Başar Ünal, hem bir sanatçı hem de bir eğitmen kimliğiyle dikkat çekiyor. Kendisinin çocuk yaşta adım attığı bu büyülü dünyanın kapılarını şimdi de gelecek nesillere açışını, müziğin ve disiplinin iç içe geçtiği öğretmenliğini ve dijital çağın çocuklarına klasik müziği anlatmanın zorluklarını konuştuk. Sanatın birleştirici diliyle çocuklara hem özgüven hem de karakter kazandıran Başar Ünal’ın ilham veren yolculuğu sizlerle.

Onurcan Kurtay: Öncelikle İzmirhaberleri’ne röportaj verdiğiniz için teşekkür ederiz. Sizi tanıyalım, kimdir Başar Ünal?
Başar Ünal: Tanıştığımıza memnun oldum. Geldiğiniz için ben teşekkür ederim. 32 yaşındayım. Aslen Çanakkale doğumluyum. Küçüklüğümden beri İzmir’de olduğum için kendimi bir nevi İzmirli sayabilirim. İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sekizinci yılımı bitirmek üzereyim. Şu anda koro sanatçısıyım. Aynı zamanda solistlik de yapıyorum. Çocuk korosu şefliği görevini de 8 yıldır sürdürüyorum.
– Müzikle tanışma hikâyeniz nasıl başladı? Bugün İzmir Devlet Opera ve Balesi Çocuk Korosu Şefliği’ne uzanan bu yolculukta hangi dönüm noktaları sizin için belirleyici oldu?
Müzikle tanışmam yine bu kurumda oldu. İzmir Devlet Opera ve Balesi 2002–2007 Çocuk Korosu mezunuyum. O yaşlarda burayla tanışmam biraz tesadüfi oldu. Küçük yaşlarda çok fazla sağlık sorunu yaşadığım için, yaşıtlarım gibi top oynamak, koşmak gibi aktiviteleri doktorum yasakladı. O dönemde böyle bir sağlık sıkıntısı yaşayınca, ailem beni çocuk korosuna yönlendirdi. Beni sanata yönlendirdiler. 2002 yılında İzmir Devlet Opera ve Balesi Çocuk Korosu’nda kursiyer olarak başladım. 2007’ye kadar opera ve bale eserlerinde, koro konserlerinde yer aldım. O dönem çocuk korosu şefi merhum İsmail Bilen’di. 2007’de çocuk korosu kursiyerliğinden mezun oldum.
Daha sonra, ergenlik döneminde ses problemi yaşadım. 14 yaşımda sesim değişime uğrayınca, şarkı söyleme yeteneğimi tamamen kaybettim. O dönemdeki hayalim olan bilgisayar mühendisliği veya yazılım mühendisliği gibi alanlara yönelmek zorunda kaldım. Buca Anadolu Lisesi’nin sayısal bölümünü kazandım. Ancak derslerde başarılı olmama rağmen bir tatminsizlik ve hoşnutsuzluk başladı. Lise son sınıfın ikinci döneminde ani bir düşünce değişikliğiyle konservatuvar okumaya karar verdim.
Özgüvenim, tabiri caizse “deli özgüvenim” geri geldi. Çünkü konservatuvar bölümleri yetenek sınavlarıyla öğrenci aldığı için, bütün üniversitelerin sınavlarını tek tek gezmek gerekiyordu. Fakat ben sadece Dokuz Eylül Üniversitesi Konservatuvarı'nın sınavına girdim. Yani kazanırsam konservatuvar öğrencisi olacaktım, kazanamazsam boşta kalacaktım. 2011 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Opera ve Sanat Dalı’nı kazandım. Oradan 2017 yılında mezun oldum.
Mezun olur olmaz İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sözleşmeli personel olarak çalışmaya başladım. Şu anda kadrolu olarak görevime devam ediyorum.

– Çocuk korosu şefi olmayı ne zaman ve neden istediniz? Bu alanda çalışmaya sizi yönlendiren özel bir motivasyonunuz var mıydı?
– Benim tarafımdan bakarsak şöyle bir durum oluştu: Burada büyüdüğüm için, burada yetiştiğim için çocuk korosunda olmak benim için onur verici bir durumdu. Aslına bakarsak, benim bu kurumda resmi olarak 8. yılım ama gayriresmi olarak bakarsak 2002 yılından beri buradayım. Yani 23. yılım diyebiliriz. Kurumda çok büyük bir geçmişim var. Şu anda beraber sahne aldığım koro sanatçılarımız benim çocukluğumu biliyorlar. Dolayısıyla resmi ya da gayriresmi olarak bu kuruma çok daha bağlıyım. Benden önceki çocuk korosu şefimizin sağlık sorunları vardı. Ben çocuk korosunu Şahin Erkılıç’tan devraldım. Kendisi sağlık sorunları nedeniyle mesleğe devam edemeyecek duruma gelmişti. Kurumu kazandım ve kurumun o dönemdeki idarecileri de benim geçmişi bildiğimi bildikleri için bana, “Aramıza yeni geldin fakat bizim kültürümüzün ne olduğunu bilen birisin.” dediler. Bu yüzden de beni kuruma dahil olduktan sonra çocuk korosu kurs başkanlığına ve çocuk korosu şefliğine getirdiler.
– Çocuklarla çalışmak hem sabır hem de büyük bir tutku gerektiriyor. Sizin eğitmenlik anlayışınızı ve yaklaşımınızı nasıl tanımlarsınız?
– Kendi çocukluk dönemimle şu anki neslin durumu çok farklı. Genç bir eğitimci olarak da bunu söyleyebiliyorum. 20 yıl sonra ne derim bilemiyorum. Aslına bakarsak, ben tabiri caizse eski kafalı bir yaklaşım tarzını seviyorum. “Disiplin sevgisizlik değildir, sevgi göstermek de disiplinsizlik değildir.” düşüncesindeyim. Çocuklarımızın derslerinde dengesiz bir politika izliyorum. Ne demek bu? Sınıfa girdiğimizde ve eğitime başladığımız vakit, yapacağımız ve vereceğimiz tepkilerde öngörülebilir olmayın. Neye kızacağınız ve neyden çok mutlu olacağınız belli olmasın. Karşımızdaki insan genç veya çocuk; sürekli tetikte kalmak zorunda hissediyor kendini. Bu işin bizim cephemizdeki boyutu. Tabii ki de bu, çocukların ve gençlerin özgüvenini kırmak ve onlara sert, kendilerini kötü hissettirecek şekilde davranmak değil demek istediğim. Yapıcı olmak ama disiplinli olmak. Fakat bir de şöyle bir durum var: Topluluk işi yapıyoruz. Basketbol, futbol gibi bir takım çalışması gerektiren bir meslek icra ediyoruz. Çocuklarımıza da gençlerimize de bireysellikten çıkıp takım ruhu ve toplulukla hareket etme duygusunu aşılamaya çalışıyoruz.
– Koro çalışmalarında sadece müzikal değil, aynı zamanda karakter gelişimine de katkı sağladığınızı düşünüyor musunuz? Çocukların özgüven kazanma süreçlerine nasıl tanıklık ediyorsunuz?
– Kesinlikle karakter gelişimlerine katkı sağladığımı düşünüyorum. Toplumsal kurallara, beraber hareket etme zorunluluğuna yönlendirmede olsun; bu tip davranışları aşılamaya çalışıyorum. Bu beraber hareket etme çizgisinin dışına çıkan çocuklarımız veya gençlerimiz olursa, koro içinde ben bütün koroya ceza veriyorum. Bir nevi, “Bir asker kuralı bozarsa bütün bölük ceza yer.” mantığı; fakat askeriye sertliği olmadan. Çünkü bir çocuk davranışı ve koroyu bozarsa, tüm koro bundan etkilenir ve düzen bozulur. Günümüz müziğinde canlı performans yapan birkaç daldan birisiyiz. Bizim sanatımızda bilgisayarla müdahale etmek veya seyirciye “özür dileriz, baştan alacağız” deme şansımız yok. Tek sıkım kurşunumuz var ve bu süreçte herkesin, koronun tüm fertlerinin kendisine çizilen çerçevede ve çizgide ilerlemesi gerekiyor.
-Çocuklara sanatı sevdirmek için günümüzde nasıl yöntemler geliştirmek gerekiyor? Özellikle dijital çağın çocuklarına klasik müziği anlatmak sizce nasıl bir zorluk barındırıyor?
Günümüzdeki hızlı tüketim olgusu ne yazık ki sanatta da mevcut. Ancak bizim icra ettiğimiz sanat, hızlı tüketilebilecek bir sanat değil. Eserlere baktığımızda, en az 2-3 saatlik gösterilerden bahsediyoruz. Bu yüzden, bu tür gösterileri hızlı tüketim statüsüne sokmak mümkün değil. Peki, aileler bu konuda çocuklarını nasıl yönlendirebilir?
Aslında opera ve balenin bu noktada bir avantajı var. Biz sahnede koro konserleri yapıyoruz ancak, koro içinde yer alan çocuklarımızdan seçilen daha küçük bir ekip, opera ve bale eserlerinde de yer alabiliyor. Makyaj yapıyorlar, kostüm giyiyorlar; şarkı söyledikleri sırada, belli kurallar çerçevesinde sahnede rol alıp canlandırmalar yapıyorlar. Bu nedenle, hiçbir fikri olmadan gelen bir çocuk, sahnede kendisiyle aynı yaşta ama bambaşka bir şey yapan birini gördüğünde etkileniyor.
Kurumumuzun çocuk oyunlarında bunu sıkça yaşıyoruz. Masal, eğlence ve görsel şölenin yoğun olduğu çocuk oyunlarımız var. Bunlar hızlı tüketime uygun; 45-50 dakikalık kısa oyunlar. Okullar, öğrencilerini getiriyor ve çocuklar hayatlarında ilk defa keman ya da konser görüyor. Sahnede bulunan orkestranın çukuruna doğru uzanan kafaları defalarca gözlemledik. Orada ne olduğunu merak ediyorlar. Bu sayede çocukların ilgisini çekip kafalarında merak uyandırabiliyoruz.
Bu noktada aslında ailelerden çok, okullardaki müzik öğretmenlerine görev düşüyor. Bilhassa müzik öğretmenlerimize… Çünkü kurumlarımızın Millî Eğitim Bakanlığı ile anlaşmaları var. Dolayısıyla, bilinçli bir öğretmen, sanata dair hiçbir fikri olmayan öğrencileri bizim dünyamızla tanıştırmak için adımlar atabilir. Hâlâ idealist öğretmenlerimiz var. Özel okulların yanı sıra devlet okullarından da gelen öğretmenlerimiz bulunuyor.
Amacımız sadece kendi bünyemizdeki çocuk korosunun kadrosunu oluşturmak değil; aynı zamanda gelecekte nitelikli bir seyirci kitlesi de oluşturmak. Herkes sanatçı olmak istemeyebilir; ancak herkes iyi bir sanat izleyicisi olabilir.

– İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin açmış olduğu Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ndeki opera ve bale gösterileri, sizin burada yapmış olduğunuz gösterilere ve mesleğinize bir katkı sağladı mı?
Başar Ünal: Evet, sağladı. Birbirimizden etkilenmelerimiz oluyor, katkılarımız da oluyor. İZBB’nin kendi çocuk korosu da mevcut. Aktif bir şekilde eğitimler ve gösteriler yapıyorlar. Ahmed Adnan Saygun’da bulunan İzmir Devlet Senfoni Orkestrası da mevcut. Oradaki gösterileri izleyip bize gelip eğitim almak isteyenler, bizim gösterilerimizi izleyenler oluyor.
– İzmir Devlet Opera ve Balesi Çocuk Korosu olarak şimdiye kadar sizi en çok gururlandıran an ya da proje hangisiydi?
Bütün projeler aslında bizleri gururlandırıyor. Sonuçta o çocukların göstermiş olduğu emeklerin karşılığını içten bir alkışla almaları bizleri mutlu ediyor. Fakat “en önemlisi” dersek, Efes Antik Tiyatrosu’ndaki gösterilerde yer alan çocuklarımız ya da buradaki opera ve bale eserlerinde rol almaları… Bir koro konserinden öte, bir operanın içinde; makyajıyla, kostümüyle, rejisiyle, müziğiyle dördünün bir arada yer aldığı projeler bizi daha da gururlandırıyor. Yani günün sonunda “ilk hatırlanan” olmak güzel bir duygu. Hayat herkesi başka bir yere itebilir, belli olmaz. Fakat günün sonunda “İzmir’de bir Başar Şef vardı” demek, benim için güzel ve gayet yeterli oluyor.
– Uluslararası sahnelerde yer almak ya da farklı kültürlerle müzikal iş birlikleri yapmak gibi hedefleriniz var mı? Varsa bu yönde planladığınız projeler neler?
Şahsi olarak elbette var. Ben şu an bu işi yapıyorum ama bunu Türkiye’nin farklı yerlerinde de yapmak isterim. Sonrasında, ülkemizi temsilen yurt dışında da yapmak tabii ki isterim. Ama haftalık programım çok yoğun. Evi sadece otel gibi kullanıp gelip gidiyorum. Dolayısıyla bu tarz projeler, güzel bir plan ve o planlama sürecinde ciddi bir emek gerektiriyor. Bu yüzden biraz daha zamana ihtiyacım var. Yani, kendim için zamana ihtiyacım var.
- Son olarak, hem çocuklara hem de ailelerine sanat yolculuklarında ne gibi tavsiyeler verirsiniz? Bir çocuğun içindeki müzik sevgisi nasıl beslenmeli? Başar Ünal bu konuda kendisini nasıl eğitti ve çocuklarına ne gibi tavsiyelerde bulunuyor?
- Çocuklara hep kurduğum bir cümle var: “Dünya üzerinde keşfedilmiş, resmi olarak yüzlerce dil var. Dilini bilmediğimiz bir insanla konuşmak için ya onların dilini bilmemiz ya da ortak bir dilde buluşmamız gerekiyor. Ama sadece müzik değil, diğer sanat dalları için de geçerli bu diyeceğim şey. Bu kadar farklı dile rağmen, insanlığın tek bir ortak dili var: sanat. Hiç dilini bilmediğim bir insanın bir bestesiyle, onun ne hissettiğini anlayabilirim. Bir resmiyle, bir heykeliyle bunu algılayabilirim. Dolayısıyla, meslek olmasa bile, her bir sanat dalına tutunmaları en önemli şeylerden biri benim için.
Benim kendi sanatla tanışmam ise tesadüflerin beni buraya getirmesiyle oldu. Hayat, beni farkında olmadan konservatuvarda ve burada buldu. Ailelere tavsiyem ise, çocuklarının herhangi bir sanat dalıyla ilgilenmelerini sağlamalarıdır. Fakat bunu, şu kurstan çıkıp bu kursa yollayarak yapmamaları gerekir. Tabirim için kusura bakılmasın; çocukların “yarış atı” tarzında olmadığı bir hayatta bunu yapmaları daha doğru olur.
Sanat, sadece 1-2 saatlik kurslarla ilgilenilmesi gereken bir şey değildir. Kurstan sonra da temiz bir zihinle üzerinde çalışılması gereken bir alandır. Dolayısıyla, o zihinlerin biraz yavaşlayıp odaklanması gerekmektedir. Çok fazla kurs ve çok farklı alanlarda gösterilen eğitim, çocuklarda odak değişikliğine ve dikkat eksikliğine sebep oluyor. Kurslar 1-2 saat sürse de, kurs alan çocuklarımızı bir gösteriye hazırlamak ve bunun provaları ortalama 6 saat sürüyor. Çocuklarımızı bu provalara 6 saat boyunca odaklamak çok zor oluyor. 40 dakikadan sonra çocukların odağı dağılıyor ve dikkatleri başka yerlere kayıyor.
Bizler burada, “önce insan” parolasıyla yola çıkıp onların karakterlerine ve gelişimlerine sabır yönünde katkılar sunuyoruz. Son olarak da, çok renkli bir toplumda uyum içinde yaşamayı umuyorum. Çünkü çok sesli bir müzikle uğraşıyoruz. Birbirinden farklı ezgilerin birleşimi sayesinde, sahne gösterilerimiz konsere dönüşüyor ve sunulabiliyor. Aynı şekilde, toplumsal olarak da çok renkli ve uyum sağlayacağımız bir toplumda hayatımızı sürdürebiliriz. Bu güzel röportaj için teşekkür ederim.
Sanatı bir meslekten öte, bir yaşam biçimi olarak gören; çocukların hayatına dokunan Başar Ünal’la gerçekleştirdiğimiz bu keyifli söyleşide bir kez daha gördük ki, müzik sadece notalardan ibaret değil, aynı zamanda bir karakter inşası, bir topluluk ruhu ve en önemlisi de ortak bir dil. Kendisine, bizlerle bu içten sohbeti paylaştığı için teşekkür ediyor; sanat dolu nice yıllar diliyoruz.